Kitapları bir yana bırakır da dobra dobra konuşursak, aşk dediğmiz şey, arzulanan bir varlıkta bulacağımız tada susamaktan başka bir şey değildir, gibi geliyor bana. Venüs’ ün bize verdiği şey sonunda bir boşalma hazzı değil mi? Tıpkı doğanın başka taraflarımızın boşalmasına kattığı haz gibi. Bu haz ölçüsüzlük yahut hayasızlık yüzünden kötülük haline geliyor. Sokrates’ e göre aşk, güzelliğin aracılığıyla çoğalma arzusudur. Ama nedir, bu hazzın insana verdiği o acayip gıdıklama, Zenon’ u, Kratippos’ u düşürdüğü o delice, budalaca, saçma sapan haller, bizi sürüklediği o uygunsuz azgınlık, aşkın en tatlı anında o alev saçan, kudurmuş, zalim zurat, sonra nedir o birden kabarıp böbürlenme, bu kadar çılgınca bir işin içinde o ciddileşip kendinden geçme? Hem ne diye hazlarımızla pisliklerimizi sarmaş dolap edip hep bir yere koymuşlar? Ne diye insan hazzın son kertesinde acı çeker gibi, ölecek gibi inlemekli oluyor? Bunlara bakınca, Platon’ un dediği gibi, tanrıların insanı kendilerine oyuncak diye yarattıklarına inanasım geliyor. İnsanların en bulanık, en karışık işinin en ortak işleri olması da doğanın bir cilvesidir, diyorum. Böylelikle bizi denkleştirmek, akıllarla delileri, insanlarla hayvanları birleştirmek istemiş. İnsanların en ağırbaşlısını o bilinen hal içinde bir düşündün mü, bütün ağırbaşlılığı bir yapmacık oluverir. Tavus kuşuna haddini bildiren ayaklarıdır.
Oyun arasında ciddi düşüncelere yer vermeyenler, bir aziz heykelinin karşısında, önü açık diye, dua etmekten çekinenler gibidir. Biz de pekala hayvanlar gibi yeriz, içeriz; ama bunlar ruhumuzun göreceği işlere engel olmaz, bu işte hayvanlara üstünlüğümüzü gösterebiliriz. İşte gelgelelim öteki iş bütün düşünceleri, Platon’ un bütün felsefesini ve ilahiyatını emri altına alır, amansız hışmıyla bizi, hem de seve seve, insanlığımızdan çıkarıp hayvanlaştırır. Başka her yerde az çok nazik olabilirsiniz; başka her iş kibarlık kurallarına uydurulabilir, ama bu işin hayvanca ve gülünç olmayan şekli düşünülemez bile. Bir arayın da bulun bakalım bu iş bilgece ve edepli bir şekilde nasıl yapılabilir? Büyük İskender, herkes gibi bir ölümlü olduğunu bir bu işte, bir de uyumada anladığını söylemiş. Uyku ruhun kötü güçlerini sarıp yok eder, bu iş de hepsini kaplayıp darmadağın eder. Onu sadece mayamızdaki bozukluğun değil, hiçliğimizin, noksanlığımızın bir belirtisi sayabiliriz kuşkusuz.
Doğa bir yandan bizi bu arzuya doğru sürer, gördüğü işlerine en soylusun, en yararlısını, en güzelini de ona bağlamıştır; bir yandan da bizi bırakır, onu kötüleriz, ondan ayıp, günah diye utanır kaçarız, perhizi sevap sayarız. Bizi yaratan işi hayvanlık saymaktan daha büyük hayvanlık mı olur? Türlü ulusların dinlerinde vardıkları, kurban, mum yakma, oruç, adak gibi ortak taraflardan biri de cinsel arzunun kötülenmesidir.Onun bir cezalanması demek olan sünnet bir yana, bütün kanılar bu konuda birleşir. Hoş, bir bakıma insan denilen bu budala varlığı yaratma işini ayıplamakta pek de haksız değiliz ya… İnsanın doğuşunu görmekten herkes kaçar, ama ölümünü görmeye hep koşa koşa gideriz. İnsanı öldürmek için gün ışığında, geniş meydanlar ararız, ama onu yaratmak için karanlık köşelere gizleniriz. İnsanı yaparken gizlenip utanmak bir ödev, onu öldürmesini bilmekse birçok erdemleri içine alan bir şereftir. Biri günah, öteki sevaptır. Aristotales ülkesinin bir deyimine göre birini iyileştirmenin öldürmek anlamına geldiğini söyler.
Bazı uluslar yemek yerken başlarını bir örtüyle kaparlarmış. Bir bayan tanırım, hem de en büyüklerden bir bayan, o da aynı kafada: Çiğnemek hiç güzel bir hareket değilmiş, kadının zerafetine, güzelliğine çok zarar verirmiş. Bu bayan iştahı olduğu zaman herkesten kaçarmış. Başka bir adam bilirim ne başkalarını yemek yerken görmeye, ne de başkalarının kendini yerken görmesine katlanamaz. Karnını doldurmak, içini boşaltmaktan çok daha ayıp bir iştir. Türk padişahının ülkesinde birçok insanlar varmış ki başkalarından üstün sayılmak için kendilerini yemek yerken göstermezlermiş, haftada bir tek öğün yerlermiş, yüzlerini gözlerini paramparça ederlermiş, kimselerle de konuşmazlarmış. Bu softalar demek doğayı bozdukça değerlendireceklerini, yaradılışlarını hor görmekle yükseleceklerini, ne kadar kötüleşirse, o kadar iyileşeceklerini sanıyorlar. Şu insan ne korkunç bir hayvan ki, kendi kendinden bu kadar iğreniyor, kendi zevklerini başının belası sanıyor. Hayatlarını gizleyen, başkalarının gözüne görünmekten kaçan insanlar da var. Sağlık, sevinç içinde olmak onlar için en zararlı, en belalı hallerdir. Değil yalnız birçok tarikatlar, birçok uluslar var ki doğuşlarına lanet eder, ölümlerine şükrederler. Güneşe lanet edip karanlıklara tapanlar bile var. Biz insanlar kendimizi kötülemeye gösterdiğimiz zekayı hiçbir yerde gösteremeyiz. Kafamızın, o her şeyi bozabilen tehlikeli aletin peşine düştüğü, öldürmeye kastettiği av kendi kendimizdir.
‘’ Ah zavallılar, sevinçlerini suç sayanlar’’
(Gallus)
Bre zavallı insan, az mı derdin var ki kendine dertler uyduruyorsun. Az mı kötü haldesinki, bir de kendi kendini kötülemeye özeniyorsun. Ne diye yeni çirkinlikler yaratmaya çalışıyorsun? İçinde ve dışında zaten o kadar çirkinlikler var ki! O kadar rahat mısın ki rahatının yarısı sana batıyor? Doğanın seni zorladığı bütün yararlı işleri gördün bitirdin, işsiz güçsüz kaldın da mı başka işler çıkarıyorsun kendine? Sen tut, doğanın şaşmaz, hiçbir yerde değişmez yasalarını hor gör, sonra o senin yaptığın, bir taraflı acayip, uygunsuz yasalara uymaya çabala. Üstelik bu yasalar ne kadar özel,dar,dayanıksız, gerçeğe aykırı olursa çabaların da ölçüde artıyor senin. Mahalle papazının sana emrettiği gündelik işlere sıkı sıkıya bağlanırsın; tanrının, doğanın emirleri umrunda değildir. Bak, bir düşün bunlar üzerinde: Bütün yaşamın böyle geçiyor.
/denemeler/montaigne
18 Aralık 2010 Cumartesi
14 Mayıs 2010 Cuma
hayal
Güneş ' in silüeti yeryüzunun çehresini aydınlatalı dört saat bile olmamıştı, gecenin yorgunlugunun semeresini sarıldığım yastık ve uzandığım çarşaf fazlasıyla çekmişti.Göz kepenklerimi araladığımda güneş ışınları mesafe gözetmeksizin içime dolar gibiydi... Bir bahar sabahıydı...Her baharı sabahı olduğu gibi balkonun kapısını araladım,sandalyeme oturup o yeşil manzarayı seyredaldım.. Güneşin benden ne kadar da uzak olduğunu anımsadım... Halbuki o, o kadar mesafa gözetmeksizin gülüyordu ki bana ,tebessümü o kadar sıcaktı ki onun ılıklıgını bedenimde hissedebiliyordum.Bu ılıklık güneşin de bize uzakta olduğunu hatırlayıp ,birnevi somurtarak gözümüzden kaybolmasına kadardı...Oysa aydınlığın içime doldugu , önümdeki dağların enginliğini,kuşların cıvıltısını duyduğum an kirpiklerim tereddüt etmeden gözlerimi kapamamı emretmişti.Sonsuzluk iliklerimde dolaşıyordu, özgürdüm. Hayallere dalmıştım.Dünyadan uzaklaştıkça özgür olduğumu anladım.Güneşin tebessümüne bir an bile karşılık veremeyen insanlar ,hayallerine hudutlar koymuştu.Başkalarına ütopiksiniz diyenler ütopiktiler. Sınırların olduğu yerde özgürlük olamazdı.
Gökyüzü özgürlüktür deriz, gökyüzünde sınırlar yok,haritalar yok,pasaportlar yok! Özgürlük yeryüzüne inmek istemeyenlerin hayalidir.
Gökyüzü özgürlüktür deriz, gökyüzünde sınırlar yok,haritalar yok,pasaportlar yok! Özgürlük yeryüzüne inmek istemeyenlerin hayalidir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)